YUKARI

Röportajlar

Eklenme Tarihi: 22 Eylül 2010
sunay-akın

Sunay Akın'la Oyuncak Müzesinde

  • Sunay Akın’la söyleşimize giderken elimiz, zihnimiz, kalbimiz dopdolu döneceğimizden o kadar emindik ki, Oyuncak müzesi yolunda sevinçten sanki yeniden çocuk olmuştuk.

    Bundan birkaç ay önce, TSKB’nin 60. Yılı anısına çıkardığı “Rüzgarın Kanatları” isimli kitap projesi üzerinde çalışırken Sunay Akın’ın yaptığı bir TV programında Kadıköy’ün yeldeğirmenlerini anlattığı bölüme rastgelince çok heyecanlanmıştım. O an bu kitabı ona elimle hediye edebileceğimi bilmiyordum, o da keşke birşey getirmeseydiniz derken poşetin içinden” rüzgar” çıkacağını bilmiyordu da böylece ödeşiyorduk. Ve söyleşimiz biz daha kayıt cihazımızı açamadan rüzgar gibi başlıyordu...

    Ne zaman karar verir rüzgar
    Fırıldakla oynamayı bırakıp
    Genç kızların eteklerinde uçuşmaya

    Fırıldak rüzgarın çocukluğunda bir anı galiba, di mi? Bu rüzgarı ben çok düşündüm. Taksim’de AKM’nin yanında karşılıklı bayrak direkleri vardır, bir koridor halindedir. Orada pek çok ülkenin bayrağı asılıdır. Taksim - Bostancı dolmuşuna doğru giderken o direklerin arasında yürüdüm. Baktım, bayrakların hiçbiri birine benzemiyor. Bir an gözlerimi kapadım, büyük bir bestenin, bir şarkının içindeydim.O da neydi biliyor musunuz? Bayraklar birbirine benzemiyor ama rüzgarın direklere çarptırdığı iplerin çıkardığı ses aynıydı. Aynı barış şarkısı. İşte rüzgar bu. Rüzgar hudut tanımaz, sınır tanımaz. Her yeri gezer.

    Biz rüzgarı kirlettik; suyu toprağı kirlettiğimiz gibi. İstanbul’da bu yaz çok sıcak geçti diyoruz ya; neden biliyor musunuz? Çünkü rüzgarı kirlettik. O kadar yanlış yerleşim, kent planlamasından dolayı, rüzgarı bu kente sokmadık. Giremiyor rüzgar. Hava alamıyoruz. Rutubet, nem oranı arttı. Yer asfalt, binalar taş beton. Bütün gün ısınıyor. Bunu soğutacak olan havalandırma sistemi rüzgar. Onu da kapı dışarı bıraktık.

    Önce biraz sizden bahsedelim. Çeşitli yerlerde sizinle ilgili birçok tanım okuyoruz: Şair, yazar öğretim görevlisi, televizyon programcısı, İstanbul Oyuncak Müzesi kurucusu… Sizin kendinizle ilgili bir tanımınız var mı?
    Var tabii, olmaz olur mu. Ben herkes gibi 7 yaşımda ilkokula başladığımda okuma ve yazma öğrendim. Bize “büyüyünce ne olacaksın?” diye sorarlardı. Çeşitli yanıtlar verirdik. Doktor derdik, öğretmen, avukat, pilot… Ben 7 yaşımda kendime bir meslek seçtim. 7 yaşımda okuma ve yazma öğrendim. O günden beri okur-yazarım. Mesleği: okuryazar. Başka hiç bir şey yok. Okudum ve yazdım, hayatta başka hiç bir şey yapmadım.

  • Bakın ben 6 yaşındayken annem haftada bir gün en güzel elbisesini giyer, en güzel makyajını yapar, takılarını takardı. Ağabeyim ve ben okuldan dönünce bizi de giydirirdi ve sokağa çıkardık. Düğüne gitmiyorduk, nereye gidiyorduk biliyor musunuz? Bize kitap almaya. Kitap okuma sevgisini bize kazandırmak için işte annem böyle bir rituel hazırlamıştı kendi dünyasında!

    Aynı zamanda çok da güzel konuşursunuz. Okur yazarlığın yanına bence bunu da ekleyin.
    Sağolun.

    Son dönemde gündeminizde neler var? En çok nelerle meşgulsünüz?
    Yeni bir şiir kitabı çıkartıyorum: Çorap Kaçığı. Bir önceki şiir kitabım 62 Tavşanı’ndan bugüne 10 yıl geçti. Bunun nedeni, bendeki şiirin kolay yazılan bir şiir olmamasıdır. Benim için şiirde önemli olan dize değil, şairin dize gelmemesidir. Yoksa, şiiri süsleme sanatı olarak görüp, süslü dizeleri alt alta yapıştırsam her yıl bir kitap çıkarırdım. Ama şiirde önemli olan derinliktir.

    Bakın, Rodin’e soruyorlar, “Bu güzel heykelleri nasıl yapıyorsunuz?” diye. Rodin diyor ki “Ben bir şey yapmıyorum, bu heykeller taşın içinde var, fazlalıkları atıyorum”. Rodin de bu aklı bir çocuktan almış. Rodin atölyesinde çalışıyor, bir taşı yontuyor. Gündelik işerini yapmaya gelen kadının 8 yaşında bir kız çocuğu var, bırakacak yeri olmadığı için onu da hep yanında getiriyor. Çocuk bir sandalyeye oturmuş, her gün saatlerce Rodin’i seyrediyor. Haftalar geçiyor ve bir gün kız çocuğu oturduğu sandalyeden ayağa kalkıyor, şunu söylüyor: “Aa onun içinde bir at olduğunu nereden bildin?” İşte Rodin o an anlıyor. "Ben bir şey yapmıyorum" diyor. "Heykeller taşın içinde var, fazlalıkları atıyorum." Bende de şiir fazlalıkları atma sanatıdır. 10 yıl o fazlalıkları ata ata bir şiir kitabı ortaya çıktı. Onu toparladım.

    Diğer yandan oyuncak müzesi koleksiyonu daha da geliştirildi. Ben kitaplardan, gösterilerden, TV programlarından kazandığım her şeyle bu antika oyuncakları alıyorum. Ne mutlu bana ki dünyadaki örnekleri arasında en iyi oyuncak müzelerinden biriyiz. Ayrıca tek kişilik oyunum devam ediyor. Yazlık festivallerde, özel toplantılarda gösterilerimi sürdürüyorum. Bunun dışında bu ara bol bol okuyorum. Ayakkabı üzerine bir kitap hazırlıyorum.

  • Ayakkabı?
    Bu şehirde yıllarca ayakkabılarımızı boyatmak için üstüne bastığımız boyacı sandıklarının aslında Nuh’un Gemisi olduğunu biliyor muydunuz? İşte o kitapta göreceksiniz. O boyacı sandıklarının üzerinde hayvan figürleri vardır. Neydi onlar, neyi anlatır? Hayat ağacı resminin yanında bir erkek bir dişi geyik, bir erkek bir dişi güvercin vardır. İşte Nuh’un Gemisi. Ayakkabı boyatan kaç insan bunun farkındadır? Tam böyle bir Sunay Akın’ın bakışıyla ayakkabının serüvenini anlattım. Yani daha bilinmeyen ayakkabı öyküleri.

    Örneğin, Langa’da çıkan Doğu Roma Limanı'nda bir kadın ayakkabısı tabanı bulundu. Yüzyıllar önce İstanbul'da yaşayan bir kadın ayakkabısı yapımcısı yaptığı her ayakkabının tabanına şunu yazıyormuş: “Güle güle kullanın hanımefendi, mutlu ve sağlıklı günlerde giyin”. Ne incelik! Şimdi bu ayakkabı da kitapta yer alacak, külkedisinin merdivenlerde düşürdüğü ayakkabı da, Neil Armstrong’un aya adım attığı ayakkabısı da. Sanırım 2011 yılında bu kitabı okurlarla paylaşacağım.

    Bu hikayelerinizin hepsi gerçek ama değil mi? Bunlar hep var değil mi tarihte?
    Tabi. Bizde resmi tarih de alternatif olduğunu söyleyen tarih de hep iktidar, güç merkezlidir. Yani tarihin oturma odası da, arka odası da aynı tarihi anlatıyor. İktidarın, siyasetin, saray ve onun etrafındakilerin tarihi. Bu nedenle benim anlattıklarım daha ilginç, farklı geliyor insanlara. Benimki ayrıntıların tarihi.

    Örneğin İstanbul’da Bir Zürafa adlı kitabımda İstanbul’un dört ayaklı ve kanatlı tarihini anlattım. Tarihin değişik dönemlerinde İstanbul’a hayvanlar gelmiş. Boğazdaki yelkovan kuşlarından tutun da gergedanlara, zürafalara kadar İstanbul’da yaşayan ve armağan edilen hayvanların tarihini anlattım. Ya da Önce Çocuklar ve Kadınlar adlı kitabımda batan gemilerin tarihini anlattım, gemilerin değil.

    Çok kütüphane geziyor musunuz?
    Müzeler ve kütüphaneler, sahaflar ve antikacılar. Benim hayatım buralarda geçti. Benim en mutlu olduğum yerler müzeler, arşivleri, kütüphaneler, sahaflar ve antikacılar.

    Siz küçükken müzecilik oynarmışsınız. Bir çocuk bunu nerden akıl eder?
    Babam çocukları daha iyi okusun diye Trabzon’dan kalkıp İstanbul’a gelen bir tüccar terzi. Biz İstanbul’u tanıyalım öğrenelim, sudan çıkmış balığa dönmeyelim diye ailesini göç ettirmeden önce 5 yıl boyunca bizi her yaz 1 aylığına İstanbul’a götürdü, getirdi. 6 yaşında ilk kez İstanbul’a geldiğimizde babamın bizi ilk götürdüğü yer Arkeoloji Müzesi oldu. Arkeoloji Müzesi’ndeki eserler arasında gezerken çok heyecanlanıyorduk, çok mutluyduk.

  • İşte o yaz yeni bir oyun keşfettim. Trabzon’a döndüğümüzde annemin kolyelerini, küpelerini, yüzüklerini çekmeceden gizlice alıp büyük bir kutunun içine koydum ve sokağa çıktım. Oyuncak bir müze kurmuştum! Müzede kıymetli şeyle olur ya, bizim evdeki en kıymetli şey de annemin takıları. Oyun uzun sürmüyordu. Pencereden bir feryat, hala annemin sesi kulaklarımda. Onca katı nasıl indi, nasıl topladı ziynet eşyalarını! Öyle bir müzecilik oyunu denemem vardır. Bir daha takılara ulaşamadım. Ama ben gene oyuncak müzeciliği sürdürdüm. Bitmiş piller, anahtarlıklar ya da babamın kullanmadığı bir ağızlıkla yapıyordum.

    Nasıl bir histi, hatırlıyor musunuz?
    Mutluydum. Kimse oynamıyordu benimle ama ben kutunun içinde oyuncak müzemle sokakta oturmaktan çok mutluydum. Aslında benim yaptığım bir bebek eviydi. Farkına varmadan müze şeklinde bir bebek evi yapıyordum. Bu bebek evlerinde kasap olan vardır, pastane bebek evi, manifaturacı bebek evi, ayakkabıcı bebek evi de vardır. Ben de hiç bilmeden 6 yaşındayken kendi kendime müze bebek evini keşfetmişim.

    Oyuncak Müzesi'nde çocuk ve doğa sevgisiyle ilgili oyuncaklar var mı?
    Çok. Ama önce şunu söyleyeyim. Doğa sevgisini topluma vermenin ilk adımı müzeciliktir. Korumacılık düşüncesi, anlayışı bir topluma müzelerden gelir. Müzeleriniz yoksa istediğiniz kadar ağaç dikme kampanyası düzenleyin, istediğiniz kadar suyun, denizin önemini anlatın başarıya ulaşamazsınız. Bugün Avrupa’da, batıda ağaçları, doğayı, denizi, suyu, tarihi eserleri koruyan yasalar mı sanıyorsunuz? Hayır, insanlar koruyor. Onlar da bu korumacılık düşüncesini müzelerinden alıyorlar. Bugün Almanya’da mı doğayı korumak daha mı kolay Türkiye’de mi? Almanya’da. Neden? Çünkü bir Alman hayatında her gün bir müzeye giderse 16 yılını sokağa çıkamadan Almanya’nın müzelerinde geçirebilir. Biz hiçbir zaman, onca duyarlı sivil toplum örgütümüz, insanlarımız olmasına rağmen başarıya ulaşamıyoruz. Neden? Çünkü müzeciliğimiz eksik.

    Değerli olanı koruma alışkanlığı müze kültürüyle geliyor yani?
    Evet, her müzenin kendisi aslında doğayı, tarihi korumada bir mabettir. Bu mabetleri çoğaltırsak doğamızı, tarihimizi, suyumuzu, kentimizi koruruz. Müzesi olan toplumlarda demokrasiler güçlenir. Ancak müzecilik depoculuk değildir. Ne yazık ki bizde öyle algılanıyor. O kadar kötüdür sergilemeler!

    Örneğin Haydarpaşa Garı terk edilecek deniyor. Kongre merkezi olacak deniyor. Kimsenin aklına müze yapmak gelmiyor! Oysa bu bir kültür politikasıdır. Kültür politikası yukarıdan verilen bir şeydir. Yukarıdan kastım, biz yukarıdayız onlar aşağıda demek değil. Yani ülkenin aydınları, siyasetçileri, entelektüelleri bu topluma dayatır. Beyninde taşıdığı sözcük sayısı fazla olanlar bunları toplumda anlatmalı; ışık toplayanlar ışığı kendi yüzünü aydınlatmak için kullanmamalı. Çünkü ışık karanlığa itilene verilir. Yoksa insanlar her şeyi yıkar yok eder, çirkin, hafızası bile olmayan, ucube bir ülke yaratırlar. Benim İstanbul Oyuncak Müzesinde bütün yapmaya çalıştığım bu. Bu yüzden Oyuncak Müzesi’ne gelen çocuk doğayı, her şeyi koruması gerektiğini, bu disiplini, bu öğretiyi alıyor.

  • Sizin için önce müzecilik gelmiş. Peki burada seçilen nesnenin oyuncak olmasının nasıl bir anlamı var?
    Hayal dünyasının sözcükleri oyuncaklardır. Oyuncakla oynayan çocuk o oyunlarda yönetmendir, başrolü kendine verir, senaryoyu kendisi yazar. Bilgisayarda oynayan çocuksa o oyunlarda figüran olmaktan bir adım öteye gidemez. O oyunu hazırlayanın figüranıdır. Oyuncakların dünyası özgürlüklerin dünyasıdır. Ben özgürlüğü elinden alınan çocuğa “büyük” diyorum.

    Peki oyuncakları seçerken göz önüne aldığınız kriterler neler?
    Bir resim müzesinin çok iyi bir müze olması için Türk ve dünya resim sanatından en usta imzaların eserlerinin yer alması gerekir. Bu eserler çoğaldıkça müzenizin değeri de artar. İşte oyuncak tarihinde de bu usta ressamlar ayarında markalar var. Örneğin ilk oyuncak fabrikalarından Lehmann, Gunterman, Fleischmann. Keza Arnold, Schuco, Marx gibi oyuncak tarihinde kabul görmüş nadide örnekleri biz burada sergiliyoruz.

    Bu oyuncakları nasıl elde ediyorsunuz?
    Öncelikle bu marka oyuncakları bulacaksınız. Fakat bunlar kolay bulunan objeler değildir. Objeler tarihinde en az bulunanı oyuncaktır. Resim asıldığı duvarda durur, takıları çekmecede saklarsın. Bibloları büfeye koyarsınız, gümüşü parlatırsınız. Fakat oyuncak çocuğun eline verildiği an kırılmaya başlar. Bu yüzden sözüne ettiğim markalardaki oyuncaklar çok ender ortaya çıkıyor. Oyuncağın kondisyonu çok önemli. Eksiksiz, tam ve iyi kondisyonda bir oyuncağı bulmak zor. Bulunca da fiyatı pahalı oluyor. Bu oyuncaklar açık artırmalarda satılıyor. 20 yıldır bu açık artırmaları takip ederek bu oyuncakları topluyorum. Tabi oyuncağın tarihini de çok iyi bilmeniz lazım. Ben oyuncak almaya başlamadan önce 4 yıl sadece oyuncağın tarihini araştırdım, öğrendim. Şimdi bütün kendi sanatımla elde ettiğim gelirle bu oyuncakların izini sürüp, Türkiye’ye kazandırıyorum. İstanbul Oyuncak Müzesi’nde bu sözüne ettiğim oyuncakların en değerli, en seçkin ve en iyi durumdaki örnekleri var.

    Müzenin kuruluş aşamasında çok sıkıntı yaşadınız mı? Nasıl bir süreçti?
    Tabii, çok. Bakın 4 kişi sayayım: Koç, Eczacıbaşı, Sabancı ve Sunay Akın. Dördünün ortak özelliği, müzeleri var. Ama aralarından birinin holdingi yok. Şimdi hal böyle olunca yaşadığım zorlukları tahmin etmekte zorlanmazsınız.

  • Türkiye’de müzeciliğin gelişmesi için yeterli yasal düzenlemeler, teşvikler ne yazık ki yok. Şu anda İstanbul Oyuncak Müzesi bir limited şirket konumunda ve bir limited şirketin ödediği bütün kurumsal vergileri ödüyoruz, elektriği, suyu, doğalgazı devlet yüksek fiyattan satıyor. Küçük çapta iyi niyetli bazı yasalar var ama yeterli değil. Türkiye’de müzecilik gelişecekse bir an önce bunun yasal düzenlemesinin yapılması gerekir. Ama bizde ne yazık ki politika dendiğinde akla en son gelen kültür politikaları oluyor. Ama bu değişecek. Benim gibi Don Kişotlar çoğaldıkça, Türkiye bu serüveni, hayal dünyasını önemsedikçe bir yerlere varabiliriz. Çünkü her şeyinizi alabilirler ama hayallerinizi alamazlar.

    Müzeyi nasıl ayakta tutuyorsunuz?
    Dünyada hiçbir müze bilet girdisiyle, hediyelik eşya kazancıyla, kafeteryasından aldığı parayla ayakta duramaz. Müzelerin giderleri çok fazladır. Kendi kazandıklarım dışında oyun arkadaşlarımla, yani sponsorlarımla ayakta tutuyorum. Oyun arkadaşlarımızın desteği ile etkinlikler yapıyoruz. Bir müze etkinliklerle ayakta durur. En son, Hiroşima’ya atom bombasının atılışının 65. yıl dönümünde, 6 Ağustos’ta kağıttan turna kuşları yapıp çocuklarla Hiroşima’ya gönderdik. Her yıl Japon ve Türk çocukları burada bir araya gelip, kağıttan turna kuşları yapıyorlar.

    Özel sektörün kültürel hayata destek olması bir eksiği kapatıyor.
    Mutlaka… Örneğin en büyük Rockefeller, kazancının yüzde 51’ini vakıflara, bu tür etkinliklere kültür hizmetlerine adamıştır. Bu burjuva kültürüdür. Ama bizde burjuva kültürü yok, zengin kültürü var. Zengin kültürünün olduğu ülkelerde kültüre sanata çok destek olmaz. Burjuva kültürüyse kentli demektir. Gerçekten bu kentli kültürü olan insanlar bilirler ki ülkelerine, kentine, insanına yatırım yaptıkça ekonomik anlamıyla da işlerinde sürdürülebilirlik sağlayabilirler. Bu bir bütündür. Bu nedenle duyarlı bazı kurumlar destek oluyorlar. Bunun daha da çoğalması gerekir. Gönül ister ki bir Erzurum’a Diyarbakır’a da Kayseriye’de, Trabzon’a da bu tür müzeler açılsın.

    Sizin başka müze hayalleriniz var mI?
    İzmir Konak Belediye başkanı Hakan Tartan beni aradı ve bir oyuncak müzesi kurmak istediğini söyledi. Ümran Baradan Oyun ve Oyuncak Müzesi’ni daha da genişleterek, güzelleştirerek bir müze açtık. Barış Manço’nun evinin müze olmasını çok istedim. Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk’ün katkılarıyla, benim ön ayak olmamla Barış Manço’nun evi müze oldu. Çorum Valisi aradı, bir oyuncak müzesi açmak istediğini söyledi. Keza Antalya Büyükşehir Belediyesi bir oyuncak müzesi açmak istediklerini söyledi. Bunları hayata geçirirsek müzecilik anlayışı yayılacak.

  • Buranın böyle çıktıları olması da çok güzel.
    Tabi ben yaklaşık 10 yıldır müzecilik konusunda söylemlerde bulunuyorum. İstanbul’da müzeler birbiri ardına artmaya başladı. Bu beni sevindiriyor.

    Bir de böyle spesifik, tematik müzeler Türkiye’de yeni. Burası ilk değil mi?
    Evet ilk. Ben Kadıköy belediyesi meclisi encümen üyesiyim. Şöyle bir karar aldırdım: Ulaştırma Bakanlığı tren yolunu yeniliyor ve Kadıköy belediyesi sınırları içindeki 6 tane tren istasyonu boşaltılıyor. Bu 6 istasyonu 6 değişik temada müze yapacağız. Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköy, Suadiye, Bostancı. Yanlarına yeni tren istasyonları yapılacak. Düşünsenize eski bir trenle bu 6 müzeyi geziyoruz.

    Harika bir şey olur!
    Kızıltoprak’taki müze aklıma kurbağa müzesi olarak geliyor. Çünkü Kızıltoprak’ta o bölgenin adı Kurbağlıdere’dir. Kurbağalıdere'de kanarya severler üstü örtülü kanarya kafesleriyle sabah erkenden gelir, derenin kenarına otururlardı. Kurbağa nakaratını taklit eden kanarya en güzel sesli kanaryadır. O kanaryaları eğiten Kurbağalıdere'deki kurbağaların sesidir. Bu müzede Mendel’in deneyde kullandığı kurbağadan tutun da, masaldaki öpünce prens olan kurbağaya kadar olacak. Orhan Veli kendini anlatan bir yazıya şöyle başlamıştır: “1 yaşında kurbağadan korktum.” Sadece bir müze bu! Bir tanesi de ayakkabı müzesi olacak. Ayakkabıyla uygarlık tarihini anlatacağımız bir müze hayal ediyorum. Ötekileri söylemem.

    Yeni şiir kitabınızdan bizimle şöyle paylaşabileceğiniz dizeler var mı?
    Tabi birkaç dize söyleyeyim size. Kitaba adını veren Çorap Kaçığı:

    Hırsızlarla birlikte
    annemin çorabı da kaçardı
    dizlerinin üstünde
    sürerken teneke
    polis arabasını

    Bir de İstanbul Depremi adlı bir şiir var:

    İntikam duygusuyla
    haber vermezler depremi
    unutmadı çünkü Hayırsız Ada’yı
    İstanbul’un sokak köpekleri
    sessizliğinden korkun gecenin
    havlamıyorsa hiçbiri

  • Yine dünya bilardo şampiyonu Semih Saygıner için yazdığım şiir şöyle:
    Trafik kazasında kaybedince
    anne ve babasını
    çıkmaz oldu bilardo salonundan
    üç topun birbiriyle
    buluşmasında ustalaştı, sıcacık…
    üç top;
    anne, baba ve çocuk!..

    Bir de Hezarfen Ahmet Çelebi için yazdığım bir şiir var, şöyle bitiyor:
    sürgüne gönderildiği Cezayir’de
    konuverdi Hezarfen’in masasına
    üst üste 2 kelebek
    yeni bir düşü vardı
    uçarken sevişmek

    Gelelim çevre ve doğa ile ilişkinize... Kişisel hayatınızda doğayla ilişkiniz nasıl?
    Karadeniz! Ben Trabzonluyum. Benim oyuncaklarım ateşböcekleri, çekirgeler, mısır püskülleri, fındık kabukları… Benim oyuncaklarım derelerdi, o derelerin üstündeki tahta köprüler….

    Sonra İstanbul’a geldik, Zeynep Kamil’de oturuyoruz. 5 kuruş paramız yok, çıkar denize giderdik. Giderken yolda bostanlıklar vardı, oralardan salatalıklar alırdık. Üsküdar’da fırıncı eksik gramajlı ekmekleri ihtiyacı olan alsın diye dükkanın önüne koyardı. Para vermeden ekmek de alırdık. Salacak’a dalar, kayalıklardan midye çıkarır, oturur karnımızı doyururduk. 5 kuruş paramız yoktu ama İstanbul doğasıyla bize bakardı, beslerdi. İşte benim doğayla ilişkim buydu. Karacaahmet mezarlığında kaç tane erik ağacı var hepsini bilirdik. Eriğe para vermezdik! 70’li yılların İstanbul’undan söz ediyorum, sadece 30 yıl öncesi.

    Karadeniz’e hala gidip geliyor musunuz?
    Tabi Trabzon Maçka’ya gider gelirim. O yüzmeyi öğrendiğim güzel Karadeniz’de her koy, her körfez bir mücevherdir. Deniz bir kuyumcu, bir ressamın fırça darbeleri gibi milyonlarca yıl kıyıyı işler. Bir sanat eseri ortaya çıkarır. Ve biz Karadeniz’de sahili doldurup yol yaptık. Oysa denizin kendisi yol. Sonra da deriz ki “Efendim Piri Reislerin, Cezayirli Hasan Paşaların, Barbarosların torunuyuz”. Gelseler seni öyle bir sopayla kovalar ki bu adamlar. İşte o yüzmeyi öğrendiğim güzel kıyıları kaybettik.

  • Zaten Karadeniz son dönemde en çok işkence gören bölgelerden biri oldu.
    Trabzon kötü yapılaşmadan dolayı çirkinleşti. Türküsü var “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar.” Bugün o güzel Karadeniz dağlarının tepelerinde 15-20 katlı çirkin çirkin apartmanlar var. Bu nedir? Vatana ihanet budur!

    Sizin son dönemde en çok içinizi acıtan çevre sorunu ya da sorunları nelerdir?
    İstanbul’da yaşadığım için İstanbul’da olup denize girememek. Bir iç denizimiz var ve burada yüzemiyoruz. Bu çok içimi acıtıyor. Oysa ben yazın sabah kalktığımda, o gün denize gitme planımız olmasa da pantolon giymeden önce mayo giyerdim içime. Neden? Çünkü gün içinde yolum deniz kenarına düşerse pişman olmayayım diye. Hemen yüzebileyim diye. En çok canımı acıtan bu şu anda.

    Ve son sorumuz: Nasıl bir gelecek hayal ediyorsunuz?
    Daha müzeleri olan, hafızası belleği olan bir Türkiye hayal ediyorum. 1923 Devrimi Anadolu aydınlanmasının taçlandırılmasıdır. Bunun anlaşıldığı bir ülke, anlatıldığı bir ülke istiyorum. Nohut kendi başına güzeldir, nohut nohut olarak kalsın, fasulye de güzeldir fasulyeye fasulye diyelim. Buğday da güzeldir, adıyla yaşasın buğday. İncir de güzeldir, fındıkta. Fakat bunların hepsinin bir araya gelip kaynatılarak oluşturulduğu aşure tadında bir Türkiye istiyorum. Aşurenin o tadı, o güzelliği bozulmasın. Anadolu denilen bu büyük kazanı yitirmeyelim.

    Bu yüzden ben kendi çocuklarımın mutluluğunu bütün ülkemin çocuklarının mutluluğu için istiyorum. Yani benden sonrası tufan anlayışına karşıyım. Altta kalanın canı çıksın diyeni hiç sevmem. Gerçekten bilgi toplumu olabilmiş, vatandaşlarının günlük hayatta kullandığı sözcük sayısı çoğalmış bir Türkiye’de, kendi kişisel zevklerimin, beklentilerimin yerine geleceğine inanıyorum. Yoksa ben hayattan kendi beklentilerimi almışken ülkemde her şeyin karanlığa sürüklenmesi beni mutlu etmiyor. Bu nedenle maddi ve manevi bütün olanaklarımla ülkemin bu yolda aydınlanması için çabalıyorum. Sanırım bütün bu yaptıklarım az önce tüm söylediklerimdeki samimiyetimin teminatıdır.

    Teşekkürler Sunay Akın... Bizi çocukluğumuza götürdüğünüz ve neredeyse bir kitap kadar zengin bu söyleşiyi bize armağan ettiğiniz için...

Çocuklar İçin

Keşfet ? Öyküler Kitap Kurdu