YUKARI

Röportajlar

Yazar: Ceren Üzel Gürbüz – Canan Egüz | Eklenme Tarihi: 16 Eylül 2008

Ünlü Modacı Bahar Korçan ile “Natürel” bir sohbet

  • Nişantaşı’nda güneşli bir salonda başlıyoruz sohbete. Ama ilkin güzel kadehlerde tek yaprak nane ile renklendirilmiş sularımız geliyor. Birazdan sohbetin ilerleyen dakikalarında, duyduğumuz güzel cümlelerin altını çizerken yudumlamaya başlayacağız...

    “Aman allahım, nane ne kadar güzel bir aroma vermiş suya” diye küçük bir çığlık atıyorum içince. Ceren de deniyor. “Harika”.

    “İçinde limon da var” diyor Bahar Korcan. “Her sabah koca sürahilerle hazırlıyoruz. İçine bolca limon dilimi ve taze nane atıyoruz. Gün boyu gidip gelip içiyoruz”

    Bahar Korcan söyleşisi de bu tatta ilerliyor sonra. Berrak ve aromatik. Moda gibi tüketim odaklı bir sektörün nasıl daha çevreci olabileceğinden tutun da opera ve bale sahnesinde filizlenen son aşkına kadar öyle çok konuya giriyoruz ki, ünlü modacımız yetişmek zorunda olduğu doğum günü partisi için koşarak çıkmak zorunda kalıyor.

    “Biraz daha fotoğraf çekmek isterseniz siz kalın diyor” bize. Kalıyoruz ve o güzel ruhun içinden taşan çizimlerin şiirleriyle kucaklaştığı duvarları görünce, mahrem bir alanda dolaşıyormuşuz izlenimine kapılarak deklanşörümüze çekinerek basıyoruz.

    Şimdi elinizde bir yaprak naneli su ile Bahar Korcan’ın zihninde ve mekanında dolaşmaya ne dersiniz?

    İlk çıkışınızdan, “Natürel” adlı koleksiyonunuzdan başlayalım isterseniz.
    Evet, orası başlangıç noktası. Natürel’de, o dönemde bulabildiğim en natürel şeyleri kullanmıştım. Henüz bugünkü kadar natürel elyaf yoktu sektörde. Başlangıç noktası oydu ve ondan sonra da hep öyle oldu. Geriye baktığımda da ileriye de baktığımda benim markamın duruşu böyle. Çünkü benim hayattaki duruşum da o.

    Moda dünyasında o güne kadar alışılandan farklı bir şey yapmışsınız anlaşılan bu koleksiyonda...
    Moda aslında çok popüler bir kültüre ait. Tamamen tüketim toplumunun doğurduğu, çok çabuk tüketilen bir kanal. Çok da kirlendi. Ama aslında çok daha derin ve çok daha keyifli. O dönemde ‘natürel’ tema bile yoktu ortada. Bu koleksiyon sonraları birçok uluslararası moda çevresinde öncü koleksiyon olarak kabul edildi.

  • Çıkış noktanız neydi?
    Hepimiz, insan olarak kendimizi evrendeki her şeyden çok ayrı tutuyoruz. Ama aslında onun bir parçasıyız. Ben bu BİR felsefesine inanıyorum. Ama o döngünün içinde, ona göre hareket etmemiz gerekirken tamamen dışında, kendi sistemimize göre hareket etmeye çalışıyoruz ve başımıza dertler açıyoruz. Dışarıdaki hava sıcaklığını, susuzluğu düşünürsek şu an o dertleri yaşıyoruz. İşte bu başkaldırışla bu koleksiyon çıktı. Daha derinden bakmaya çalıştım moda işine. 16 sene geçti üstünden. Ama yıllardır kullandığım her doku hep natürel dokular oldu. Mümkün olduğunca geri dönüşümlü malzemeleri seçmeye çalıştım.

    İşinizi farklı bir boyuta taşımışsınız...
    Evet, öbür türlü çok mutsuz olurdum, bu işi yapamazdım. Moda en iyi şekilde ifade ettiğim bir şey. Bugün bu noktaya geldiğimde artık markanın da kendini daha radikal bir şekilde ifade etmesine karar verdim. Markanın duruşu, her şeyiyle ilgili oldukça önemli değişiklikler olacak.

    Gördüğümüz kadarıyla birçok şeyde hep ilk olmuşsunuz, bir takım ödüller almışsınız, bir isim yaratılmış. Nasıl oldu bu?
    Benim “çok meşhur olacağım, çok beğenileceğim” diye bir hayalim olmamıştı. Kafamda öyle bir kare bile yoktu. Şimdi tam tersi bir şeyler oluyor, hayret ediyorum. Bir tek derdim vardı; insanların benim baktığım pencereden bakmasını sağlamak. Bir küçük dokunuş yapmak. Onun için kelimelerle birleşti . O önemli, çünkü Mevlana’nın felsefesinde de aynı şey var aslında, dinlerin temelinde de, Kabala felsefesinde, spritüel bütün inanışlarda o var. Aslında aynı şeyi anlatıyoruz, aynı şeyi konuşuyoruz. Ama dokuyla birleşince etkisi büyük oldu.

    2005'te yaptığınız His3 nasıl bir koleksiyon oldu?
    En önemli koleksiyonlarımdan biriydi. Adı His3’tü çünkü tam benim öyle bir dönemimde doğdu. O dönem bana şöyle gelmişti: İçimizde bir sürü duygu küpleri var. Ona attığımız her şeyi çok iyi düşünmemiz gerekiyor. Bir de maddi olarak ürettiğimiz atıklar var. Dünyada atık üreten tek canlı biziz. Bu bağlamda pazarları dolaştık, eski kumaşları, malzemeleri yani çöp diyebileceğimiz her şeyi topladık. Bunlar temizlendi ve kumaşlar dokundu. Hiç beyazlatılmamış, kimya kullanılmamış doğal kotonlar çayda, narda, vişnede boyandı. Bence duygusu çok güzeldi, çok kuvvetliydi. Şimdi aynı koleksiyon Roterdam Tarih Müzesi’nde sergilenecek. Bir de o kapsamda hazırladığım, Akbank Kısa Film Festivali’nde özel gösterime layık görülen kısa bir filmim vardı.

  • Kısa filmin senaryosunu siz mi hazırladınız?
    Evet, yine şiirden çıktı, senaryoyu oluşturdum. Sonra çok başarılı 2 genç yönetmen Ozan Açıkkan ve Baran Baran ile çalıştık. Çok eğlendik, çok da iyi bir şey çıktı diye düşünüyorum.

    Siz ilk sözcüklerdi diyorsunuz. Kendinizi ilk bildiğinizden itibaren çizim mi öndeydi yoksa yazı mı?
    Benim için hep yazı öndeydi.

    Peki çizime bu dönüş nasıl oldu?
    İlk başından beri böyleydi esasında. 1982’de Vakko’da başladım bu işe. Ben moda eğitimi almadım. O sene liseyi bitirmiştim ve Fransa’ya okumaya gidecektim. Tam o dönemde Vakko’nun gazetede ilanını gördüm. “Stilist asistanı” arıyorlardı. Ben de çizimlerimi yolladım. 75 kişi arasından 2 kişi seçildi; biri de bendim. Rahmetli Vitali Hakko ile benimkisi 8 yıllık usta çırak ilişkisi oldu. Bu açıdan çok şanslıydım. Orada kalmak çok radikal bir karardı. Ama iyi ki öyle yapmışım. Orası öyle iyi bir okul ki, hem çizim, hem üretim, hem kumaş, hem mağazacılık, her şeyi yaşıyorsunuz.

    Bir koleksiyon hazırlama süreci nasıldır? Nasıl bir yol izliyorsunuz?
    Genelde durumum şöyle: Bir sürü antenim var, hemen hepsi açık. Her an bir şey alıyorsunuz ve arkada kocaman bir sepet var devamlı ona bir şeyler atıyorsunuz. Zaman zaman da, “şimdi düğmeye bastılar hepsi birden çıkıyor” diyorum. Çizime döküldüğü zamanlar, dünya ile çok ilişkili olunan bir zaman değil. Genelde hep bir sound’a takılırım ve o parça 50 defa dinlenir. Evdekilere fenalık gelir ama o dönemlerde beni tamamen benimle baş başa bırakıyorlar.

    İlk çizimler çıktıktan sonra neler oluyor?
    İlk kelimeler, şiirler çıktıktan sonrası keyifli, rahatlıyorum. Ondan sonra dokular, müzik… Çünkü bu bir bütün. Öyle bir şey geldiğinde hakikaten müziği de olmalı. Kompozitör Rahman Altın, konusunda çok özel bir insandır ve çok iyi arkadaşım. Eşim ve kızımdan sonra hemen ona koşar anlatırım ve o koleksiyonun müziği oluşur. Süreç böyle başlıyor. Ondan sonrası teknik detaylar; kumaşları, dokuları bulmak ya da boyatmak, kalıpların çıkması… Sonra kumaşların bağlandığı an, en büyük sihirlerden biri oluyor. Profesyonellik doğru modele doğru kumaşı bağlamaktır. İşte orası da çizmek ve ilk doğuş kadar önemlidir. Sonra da ilk prototipler çıkıyor.

  • Bu kumaşları, boyaları seçerken kriterleriz var mı?
    Çalıştığım birçok kumaş var, ipek kullanmayı seviyorum. Son dönemlerde burada organik tekstil ile ilgili güzel gelişmeler oldu. Çok iyi ürünler sunan başarılı firmalar var artık. Bir de yurt dışında Japon kumaşçılarla çalışıyorum. Ama ağırlıklı doğal elyaf kullanıyorum.

    Çok seyahat ediyor musunuz?
    Son 2 yıldır daha aza indirdim. Yurtdışındaki çalışmaların bir kısmı rayına oturdu artık. Ama doku araştırmak için Anadolu’ya seyahatlerim var. El dokuması çok kullanıyorum ve Türkiye bunun için bir cennet. Gerçekten çevreci bir dokuma şekli. Hiçbir enerji sarf etmiyorsunuz, o kadın duyguları ve kendi emeğiyle bir şey dokuyor.

    Artık belli adresleriniz olmuştur zamanla...
    Evet Hatay’da, Rize’de, Mardin’de hepsinde belli. Hakikaten kocaman yürekli insanlarla karşılaştım orada ve inanılmaz iyi ağırlanıyoruz. O büyük bir keyif.

    Son dönemlerde onlar da kendi içlerinde organize oldular. Daha profesyonel çalışmalar alıyoruz artık. Örneğin, Antep’in Antep işi vardır. Hatay da doğal ipek dokunur, tek tek atkı çözgü çekilerek, işlenir. Çok zordur. Hep çeyiz için yapılır. 2001 yılında New York Fashion Week’de defilemde Antep işinden ilk defa elbise yapıldı. Şimdi sadece çeyizlikte kullanmıyorlar, elbise yapmaya başladılar. Hiç siyahını çalışmamışlardı, siyah ipeğin üzerine çalıştılar. Bir şekilde orası da böyle gelişti.

    Boyalarda durum nasıl? Doğal boyalar tutuyor mu?
    Tutuyor ama her renk olmuyor. Size 8-10 renk kartela getiriyorlarsa bilin ki orada bir bit yeniği var. En fazla 3 bazen 2 renk olur. İpekleri Hatay’da çalışıyorum, mevsimine göre kök boya yapıyorlar. Her renk her zaman olmuyor.

    İşte bizim de kendi yaşantımızı doğaya uyarlamamız lazım. Biz canımız bir şey isteyince hemen olmasına alıştık. Zenginlik her şeyi almak değildir oysa ki, zenginlik sadelikten geçiyor.

    Siz butik tarzı modacısınız, işin tasarım tarafındasınız. Bu işin bir de endüstri tarafı var...
    Evet; biz tasarım tarafındayız ama hepimiz endüstriye danışmanlık da veriyoruz. Senede 2 defa koleksiyon yapsak da bir özelliğimiz var. Tasarımcıdan aldığınız ürünü atamazsanız; çünkü modası geçmez. Bir felsefesi vardır. Size bir şey yükler, onu seversiniz, sizinle bütünleşir. O bir atık değildir. O sizle beraber yaşayan sonra vintage olacak bir şeydir aslında. Yeni model yeni dünya tüketicisinin seçeceği yol bu. Sektör de yavaş yavaş ona doğru gidecek. Örneğin bazı markalar müthiş bir kirlilik yarattılar. Hoşunuza gidiyor 5€’ya bir şey alıyorsunuz ama sonra ciddi bir kirliliğin sebebi oluyor.

  • Bu tarz çalışmalar çok daha maliyetli ve satın alması da daha pahalı. Birçok insanın erişmesi çok zor hatta imkansız değil mi?
    Burada hem bizim hem tüketicinin yanlışı var. Özellikle Türk moda tasarımcıları, bizler hep çok uzakta durduk. Böyle bir şey olsun istemedik ama kendi kültürümüze yabancı bir iş yaptığımız için böyle algılandı. Çoğu insan bilmez neredeyiz, ne satarız, kaça satarız. Moda Tasarımcıları Derneği o sıkıntılardan doğdu. Galata Moda Festivali de aynı şekilde. Tüketiciyle aynı sıraya, aynı yüzeye gelmek istedik.

    Ama şöyle bir şey de var; biz alışveriş merkezlerinin içine girmek de istemiyoruz. Hem konsept olarak bize aykırı geliyor, hem de pahalı. Dolayısıyla mağazalaşamadık. Bizi görebileceğiniz yerlere inemedik.

    Son dönem nasıl çalışmalarınız var?
    Moda Tasarımcıları Derneği’nde, Mart ayında İstanbul Fashin Lab projesini yaptık, 2008-2009 kışını gösterdik. Şimdi o koleksiyonun imalatı aşamasındayız. Ayrıca 2009 yazı koleksiyonuna başladım, bitmek üzere. Biz de hiç dur yok. Hemen 1 ay sonra da 2009-2010 kışı var. Bir de verdiğimiz danışmanlıklar var.

    Aynı zamanda kostüm çalışmaları da yapıyor muşsunuz. En zevk alarak çalıştığınız proje hangisiydi?
    Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde Afife Jale’nin hayatı bale olmuştu. Çok güzel bir baleydi. Eser çok iyiydi, koreografisini Beyhan Murphy yapmıştı ve çok keyif aldım. O kadar keyif aldım ki orada ikinci kocamı buldum ve aşık oldum. Onun için Afife Jale’nin benim hayatımda çok özel bir yeri var. Gerçekten çok keyifli projeydi, bir de üzerine aşk karışınca olağanüstü bir şey oldu.

    Bir süre off the record “aşkı” konuşuyoruz ve söz dönüp dolaşıp yine şiire ve yazıya geliyor...

    Şiir de yazıyorsunuz, yayınladığınız kitap var mı?
    Önümüzdeki sene için bir projem var. Bu zamana kadar olmuş koleksiyonlardan örnekler ve şiirlerle, bu inandığım felsefeyle ilgili. Onun dışında iki tane kısa öyküm yayınlandı Okuyan Us Yayınevi’nden. Bir tanesi Gelecek Öyküler’de. Diğeri Deli Öyküler’de. Özellikle Gelecek Öyküler’deki öyküm bence çok önemli. Şu an içinde bulunduğumuz durumu anlatıyor. Yazıyla ilgili bir sürü projem var. Biraz daha radikal kararlar alıyorum bununla ilgili.

  • Hangi kavramlar sizin hayatınızda önem taşıyor?
    Samimiyet, sahicilik sadelik. 3 S oldu. Sahici olamazsanız sade de olamazsınız, samimi de olamazsınız. Bence bu 3 kavramı bünyesinde oturtmayan ve bunun dönüşümünü yapmayan hiçbir marka ayakta kalmayacak. Gitgide her şey daralıyor, bir sıkışma yaşanıyor. O sıkışmadan bir şey patlayacak ve geleceği etkileyecek. Sektördeki bütün sıkıntılara baktığımda telaşlanmıyorum çünkü çok önceden öngörmüştüm bu durumu.

    Gördüğümüz kadarıyla siz zaten kendi hayatınızı da buna göre belirlemişsiniz.
    Önemli olan elimizden geldiğince o değişime katkıda olmak. Çok basit bir şey ama önemli. Mesela ben karşıda doğdum, büyüdüm, hep karşıda oturuyordum. Ama işim bu tarafta. Şimdi Galata’da oturuyoruz, aynı sokakta atölyem var. Eşimin iş yeri de bir sokak yanda. Hiç enerji tüketmiyoruz. Ben arabayı lazım olunca çıkarıyorum. Hem kendime de daha çok zaman ayırabiliyorum böylece.

    Doğal yaşam illa doğanın içinde bir yerde yaşamak değil belki de, doğaya negatif etkileri azaltmak da doğal yaşam olmuyor mu?
    Kesinlikle. İlla ki köyde olamıyoruz, burada olmamız gerek, Benim kızım var, okuyor. Şimdi onu bırakıp köyde yaşayamayacağıma göre…

    Natürellik sizin günlük hayatınızda ne planda?
    Bu kadar söyledikten sonra örneğin hiç fast food yiyemem. Hiç Cola, nescafe içmiyorum. Evimizde su arıtması var, böylece çok daha az kimyasal, temizlik maddesi kullanmaya başladık. Sebze ağırlıklı yeriz. Hiç üşenmem bir yerde iyi sebze varsa kalkar, gider alırım. Mutfak da benim için önemli.

    Organik pazarlardan alışveriş yapıyor musunuz?
    Evet, arada sinirleniyorum onlara sonra tekrar geliyorum. Benim annem babam da öyle. Ben Bostancı’da doğdum büyüdüm. Çocukken o kadar natürel ve küçük bir köydüki Bostancı. Bir sandalımız vardı, denizin üstünde büyüdüm. Tek katlı bir ev, bahçemizde sebze ve Adalar… Böyle bir çocukluktan sonra kafam başka bir türlü yaşamı almıyor.

    Peki şehirden çıkınca? Doğayla nasıl bir ilişkiniz var?
    Ah keşke imkan olsa da hep daha yakın yaşayabilsem. En mutlu eden şey. Denizsiz yapamam. Bütün çocukluğum öyle geçti. Masal gibi geliyor ama Bostancı hakikaten bir sahil kasabasıydı ve herkesin teknesi vardı. Belirli dönemlerde lüfer avına, kırlangıç avına çıkardık. Denizatları, karidesler vardı. Şimdi kızıma anlatıyorum, 80 sene öncesini anlatıyormuşum gibi geliyor. Bu derece temiz ve pırıl pırıl bir durumdayken, şimdi bunları özlüyorsak yanlış yaptık bir yerde.

  • Bu hislerinizi deneyimlerinizi çocuğunuza aktarabildiniz mi?
    Evet aktardığımı düşünüyorum, Lal farklı bir çocuk.

    Diğer modacılarla ilişkileriniz nasıl? İş birliği, sosyal sorumluluk projeleri yapar mısınız?
    Çok iyi, çok işbirlikçiyiz. Arzu Kaprol, Ümit Ünal, Hakan Yıldırım, İdil Tarzi, Özlem Süer, Hatice Göçe ile birlikte Dernek kurduk. En önemli sosyal sorumluluk projemiz bu. Bir sivil toplum kuruluşu olmak, orada çalışıyor olmak bir çağdaşlık göstergesi. Şu an derneğin 64 tane üyesi, 600’den fazla gönüllü üyesi var bunlar moda tasarımı öğrencileri. Bütün arkadaşlarım burada çok ciddi olarak çalışıyor.

    Neler yapıyorsunuz dernekte?
    Devam eden eğitim projeleri var. Galata Moda ve İstanbul Fashion Lab projeleri yürüyor. Bunun dışında GAP ile UNDP ile oluşturduğumuz, bölgesel kadın el emeğinin oluşturulmasına yönelik projeler var. Çok yeni bir dernek ama çok hızlı ve doğru işler yapmış bir dernek. Vaktimizin büyük bir bölümünü de alıyor.

    Son dönemde gördüğünüz en önemli çevre sorunu nedir sizin için?
    Birincisi orman yangınları. İkincisi hükümetin yeşil alanlarla ilgili değiştirdiği yasa.

    Turizm Teşvik Kanunu mu?
    Evet, o gerçek bir facia bence. Yüreğim sızlıyor. O kadar çok sorun var ki aslında. Mesela hala atıkların ayrıştırılmaması. Ben ayırsam da işe yaramayacak çünkü hepsi aynı yere gidiyor. O büyük problem. Bazı yerlerde var ama Avrupa’daki gibi bir sistem hala oturmadı. Sonra da hayvanlara yapılan zulümler... Hiç iç açıcı değil Türkiye çevrecilik açısından.

    Ve en son sorumuz, Cevreciyiz.com’u ziyaret ettiniz mi? Ne düşünüyorsunuz portal hakkında?
    Bence olması çok önemli. Daha da gelişecektir; çok yeni. Elinize sağlık.

    Yüzlerimizde toparlamaya gerek duymadığımız güleç bir memnuniyet ifadesiyle çıkıyoruz sokağa. Muhtemelen bazı insanlarla daha da zenginleştiğimizi düşünerek sessizce yürüyoruz bir süre ve sonra kendimize ağaç altı bir cafe bulup biralarımızı yudumlamaya ve hayatın anlamını kurcalamaya başlıyoruz.

    “Bir sonraki söyleşimizin ipucunu versek mi acaba?”
    “Peki, peki, sürpriz olsun.”

    Sağlıcakla kalın efendim...

Çocuklar İçin

Keşfet ? Öyküler Kitap Kurdu