YUKARI

Öyküler

Yazar: Pakize İşcan | Eklenme Tarihi: 10 Temmuz 2012

Salyangoz Öyküsü

  • Heey çocuklar merhaba, nasılsınız, keyifler nasıl gidiyor? Yaz bahar ayları geldi, doğa bayram ediyor farkındasınız tabii...

    Her sabah okula giderken rengârenk çiçeklerin açmasından bütün ağaçların yemyeşil yapraklara bürünmesinden anlıyorsunuz sanıyorum. En çok ben seviniyorum.

    Ben kim miyim? Pek çoğunuzun hoşlanmadığı bir canlıyım, buna da çok bozuluyorum bilesiniz. Nemli topraklarda yaşıyoruz biz, Nisan yağmurları başlayınca toprağın üstünde alırız soluğu. Nasıl siz bahar bayramını kutluyorsunuz biz de kutluyoruz.

    Bizim ailenin pek çok çeşidi var, renk bakımından, şekil bakımından; bazılarımızın sırtında kabuğu var, bazılarımız geçtiği yerlerde parlak iz bırakır. Doğanın dengesinden haberi olmayan cahiller bize yaşama şansı tanımaz hatta bizi öldürmek için üzerimize tuz dökerler, kavrula kavrula ölürüz. Ne feci bir ölüm! Sizin başınıza geldiğini bir düşünsenize. Lütfen etrafınızdakilere söyleyin, bu dünya hepimizin, hepimize yetecek kadar yer var ve hepimizin bu yaşam zincirinde var olma nedenimiz var ve bizler de - yeryüzündeki her bir canlının olduğu gibi - bu yaşamın olmazsa olmazlarındanız.

  • Bazılarınız buraya kadar anlattıklarımdan belki beni şıpp diye tanıdınız. Size başıma gelen komik bir olayı anlatmak istiyorum. Kocaman bir serada yaşıyordum, yemyeşil, kıvırcık kıvırcık yaprakları olan marulların arasında. Size söylemiş miydim bilmiyorum, biz yeşillik, özellikle de yeşil yaprakları yemeğe bayılırız. Tazecik, genç bir marulun kolları arasına yerleştim. O da bana kollarını açtı, “Ayy! Sen ne kadar minnacıkmışsın, gel gel, bende seni besleyecek büyütecek bolca yemek var” dedi, güler yüzüyle.

    “Ama keşke şu derin kahverengi olmasaydı seni hemen bulurlar, zararlısın diye kimyasal ilaçlarla öldürürler. Gel şöyle, iyice derinlere gir, yüzeyde durma, saklan.” Mis gibi de kokuyor yapraklar, nasıl da iştahlıyım, ben artık burada göbekli bir salyangoz olur, hava atarım diyordum… ki, bir sürü adam gürültüsü girdi seranın içine. Dışarıda da bir kamyon gürültüsü. O kadar hızla ses bana doğru yaklaşmaya başlamıştı ki birden bir sarsıntı oldu. Söktüler marul annemi. Ve kocaman bir kasanın içinde, diğer marulların arasında bulduk kendimizi. Oradan da kamyonun tepesinde.

    İşte sonunda bu sabah da bir semt pazarındaki tezgâhtayım. Genç yakışıklı bir delikanlı dizdi bizi tezgâhına. Ben daha da diplere saklandım kimsecikler görmesin diye. Offf! Ne kalabalık burası! Sürekli birileri, marulların ötesine berisine bakıp bırakıyor. Bu kadar insanı ilk kez görüyorum. Geç saatlere doğru, kalabalık daha da arttı. Ama ne kalabalık! Yan yana geçemez oldular.

  • Şu an tezgâhın başı çok kalabalık. “Eyvah!” dedi, kollarında saklandığım marul anneciğim, “Sıra bize geldi!” Der demez orta yaşlara yakın, güzel yüzlü, gözlerinin içi gülen bir hanım beni ellerine aldı, şöyle bir evirdi çevirdi, “Bunu alayım,” dedi. “Maydanoz, dereotu, semizotu da ver“dedi. Hepimizi bir torbaya sıkıştırdı delikanlı, hanım da parasını ödedi, ayrıldı. Hemen tezgâhın arkasındaki evde oturuyormuş, yol pek uzun sürmedi.

    Doğru mutfağa. Aldıklarını düzgünce yerleştirdi. Çoğu torbaları bahçeye bakan mutfak kapısının demirlerine astı, “Burası doğal buzdolabı, her şey daha taze kalıyor,” dedi kendi kendine. Bahçe duvarının üstündeki kedi ordusu hemen fırladı kadını görünce, “Size göre bir şey yok, heyecanlanmayın,” dedi, muzip bir ifadeyle. “Yahu ne doymaz şeylersiniz, bu sabah size nasıl bir ziyafet çektim, yine de her seferinde yiyecektir diye koşuyorsunuz, hay Allah iyiliğinizi versin sizin,” diye şakalaştı onlarla. Kapıyı kapatıp içeri girdi. Bir ohh çektim.

    Bahçeye baktım torbanın tepesinden; sağ köşede bol sarı çiçeklerini açmış yasemin ağacı. Ortada hanımeli demir çite sarmış dallarını. En sol köşede de iri yeşil yapraklı sarmaşık. Biraz bakımsız geldi bana bahçe, temizliğine temizdi ama pek çiçek yoktu. Yan komşu bahçedeki palmiye pek görkemliydi, tam da onun sarı salkım çiçeklerini sarkıtma zamanıymış işte o görüntüye bayıldım. Sarışın bir genç kızın lüle lüle saçlarını uzatışı gibi dört yana dalların arasına sarkıtmıştı çiçeklerini.

  • Şuradan çıksam bahçeye insem dedim. Ama toprak yoktu hiçbir yerde, karo döşemişler, “Orada seni hemen görüp defterini dürerler,” dedi marul annem. “Belki bizi yemeyi unuturlar, burada sararır solarız, bozulduk diye atarlar. O zaman kurtulursun, belli mi olur,“ dedi. Aklıma yattı, hem de iyi kalpli marul annemi dinlememek olmazdı.

    Ama nereden bilelim daha o akşam marul salatası yapmak isteyeceklerini. Şişşt bayan, hanımefendi, güzel yüzlü hanım! Duymuyor beni. Torbadan çıkarıp büyükçe bir leğenin içine attı marul annemi.

    Başladı gürül gürül akan musluğun altında yapraklarını ayırmaya. Nasıl zevkle yapıyor, yüzündeki ışıktan anlardınız. Diplere doğru geldikçe hem marul annemin hem de benim kalbim küt küt atıyor, eyvah şimdi görecek beni derken...

    Nasıl olduysa, en dipteki daha taze, daha açık yeşil yaprakları koparmaya kıyamadı. İri yaprakları defalarca, defalarca yıkadı, suyu sık sık değiştirdi, elleriyle ovaladı, kum falan kalmasın diye. Sonra genişçe bir kâseye yerleştirip suya yatırdı, sirke döktü üstüne. Kendi kendine de konuşuyordu, “Mikropların hakkından sirke gelirmiş, ortalık zararlı şeyler dolu, sağlıklı yaşamak çok önemli,“ diyordu.

  • Ben hâlâ leğenin içinde, sudayım, iyice yapıştım marul annemin tazecik yapraklarına. Bir kez daha açtı musluğu, şakır şakır akan suyun altında yıkadı, yıkadı, yıkadı. Düşeceğim diye ödüm koptu. Bizi bir tabağa koydu, yanımıza soyulmuş uzun uzun dilimlenmiş salatalıkları. Salona, pencerenin önündeki kanepeye oturdu, başladı çıtır çıtır yemeye. Nasıl keyifli yiyor. Bir yandan da müzik dinliyor.

    Pencerenin önündeki sardunyalarına laf atıyor. “Ne coşkulu açtınız öyle, teşekkür ederim, güzelleştirdiniz penceremin önünü,” diye sesiyle öpüyordu onları sanki.

    Artık en dipteki birkaç dal kalmıştı yani beni görmesine ramak kalmıştı. Yaprakları daha ayırmadan, beni gördü. Bastı çığlığı! “Bu kadar titiz yıkamama rağmen ne işin var senin burada! Seni mideye indirecektim neredeyse!” diye bağırdı.

    Sesinden anladım ki benimle arası iyi değildi. Hemen küçük bir torbaya tıktı beni, ağzını da sımsıkı bağladı; doğru sokağa. Çöpe... Hey! dedim ne yaptınız siz, boğulacağım havasızlıktan! Neyse ki merhametli biriymiş de sokağa, ağacın dibine koyarken torbayı açtı, betona bıraktı beni.

    Her taraf beton… Etrafta iki ağaç, bir küçük fidan var kaldırıma dikilmiş, onların diplerinde de zerre toprak görünmüyor.
    Ne yapacağım ben şimdi?