YUKARI

Yazarlarımız

Yazar: N. Rahmi Aksoy | Eklenme Tarihi: 05 Ağustos 2008

Çevre Büyüsü

  • 'Çevre' kelimesini duyduğumuzda bize iletilmeye çalışıldığını düşündüğümüz ilk kavram kirlilikle ilgili şeyler olsa gerek. Bu kelime saldırısı karşısında herkes, tarifsiz bir suçlulukla tarifsiz bir pişkinlik arasındaki geniş bir bantta yerini alıyor.

    Büyülü bir kelime karşısında tanımsız bir etki alanına girmiş gibi birçoğumuz en azından sessizce ve göz ucuyla konuya ister istemez dahil oluveriyor.

    Oysa bugün gelinen noktada ulaştığımız maddi kirlilik toplamı elbette çok önce başlamış bir hikaye. Hikayenin tamamını okuyacaklar ise gelecek kuşaklar…

    Tipik kırılmayı 19. Yüzyılın başından alabiliriz. Üstelik o zamanlar ‘çevre’ kelimesi olsa olsa, daha çok edebiyatçıların kullandığı bir terimdi ve maddi anlamda oluşan kirlilik daha çok müstakil bir olgu olarak betimleniyordu. Oluşan rahatsızlıklar ‘’çevre kirlenmesi’ gibi bir algılama perspektifi içinde sunulmuyordu. Ne de olsa çevre kaynağı sınırsızdı ve kendini sürekli üretebiliyordu. Esasen başlı başına ilginç bir durum bu ve sosyolojik felsefe anlamında uzun uzun analizlere gidilebilir.
    Gidilebilir de, en hakkaniyetli analiz bile bugün varılan olumsuz noktada geçmiş kuşakların payını ne yazık ki meşrulaştırmaya yetmez.



    Ancak yine de haklarını yemeyelim; o günlerde bir yandan romantik edebiyat temsilcileri ince hastalıklar içinde kıvranırken, öte yandan gerçekçi edebiyat kalemşörleri olguları en azından gerçekçi biçimde tasvir etmekle meşguldü.

  • Esasen o dönemin sanayileşmesinde ortaya çıkan tablo korkunçtur. Tüm sanayi bölgelerinde metalürji ve demir çelik kuruluşları hesapsız bir kirlilik yarışı içindeydi. O dönemi anlatan Charles Dickens'in romanları, komünizmin büyük teorisyenlerinden Friedrich Engels'in yazıları Londra'nın kirlenmişliğinin kitaplardaki en bilinen delilleridir. Yine 1930'da hava kirliliğinden Belçika'nın Mosa Vadisi'nde 63 kişi ölmüş, 1952 yılında ise Londra'da yaşanan felakette 4000'i aşkın kişi nefes alma zorluğu sonucu hayatını kaybetmiştir.

    Kaldı ki konuyu çok daha öncelere kadar götürülebiliriz.

    Verilebilecek en tipik örnek orman yangınlarıdır. Bu yangınlar çağlar öncesinde insanların sık sık yakalandığı sinüzit ve antrakoz (akciğerlerde siyahlaşma) gibi hastalıkların başlıca nedeni olmuştur. Fakat bunu yapan insanların, bu hastalıkların sebebinin doğaya kendi elleriyle verdikleri zararlar olduğunu anlamaları için epey erken bir vakitti.

    Yine aynı şekilde Ortaçağ'da çevre kirliliğinin önemli bir sorun olduğu görülüyor. Örneğin İngiltere'de evlerinin önüne insanların dışkılarını atmaları o kadar büyük bir sorun olmuş ki 1345 yılında bunu yapanlar 2 şilin para cezasına çarptırılmaya başlanmış.
    12. yüzyılda Fransa'da Philippe Auguste, sokaklardaki iğrenç atıkların kaldırılmasını ilk emreden kral olmuş. Bunun üzerine dışkılarını akarsulara atmaya başlayan halk kendi ana içme suyu kaynaklarını kirletmiş.

    Çevre kirliliği hakkında ilk bilinen yasa ise 1388'de İngiltere Parlamentosu’nda kabul edilmiş ve bu yasaya göre akarsulara ve sokaklara dışkı atılması yasaklanmış. Yasayı uygulamayan yönetici, o çevrede yaşayanlarca kralın mühürdarına şikayet edilmekteymiş.

    Bugüne gelirsek; Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından 2006 yılında yayınlanan insani gelişme raporuna göre;

    660 milyon insan günde 2 dolardan az parayla yaşamını sürdürüyor. En zengin % 20, dünya gelirlerinin dörtte üçüne sahipken, en yoksul %20 dünya gelirinin %1,5’ine sahip. Dünyanın en zengin 500 kişisinin, en yoksul 416 milyon kişiden daha fazla geliri bulunuyor. 1.1 milyar insanın güvenli suya erişimi yok. 2.6 milyar insanın gelişmiş sağlık koşullarına erişimi yok.

    Avrupa’da ortalama su kullanımı 200 – 300 litre/gün ve Amerika Birleşik Devletleri’nde 575 litre/gün olmasına karşın, kalkınmakta olan ülkelerde yaşayan halkın beşte biri insan hakkı olarak kabul edilen en az 20 litre/gün suya ulaşamıyor.

  • Kalkınmakta olan ülkelerde en zengin halkın %20’si şebeke sistemi ile ulaşan suyun %85’ini, halkın en yoksul %20’lik kısmı ise sadece %25’ini kullanabiliyor.

    Gelelim Türkiye’nin karnesine;
    Yaklaşık 19 milyon insan açlık sınırında yaşıyor.

    Her beş kişiden dördü belediye hizmetlerinden yararlanmakta ve çevre sağlığı açısından belediyelerin vereceği hizmete bağlı bir yaşam sürüyor. 3225 belediye arasında içme ve kullanma suyu arıtma tesisi ile hizmet veren belediye sayısı yalnızca 304. Katı atık depolama tesisi sayısı ise yalnızca 46.

    Tehlikeli atıkların sadece % 5`i kuralına uygun yok ediliyor, %40’ı da yakılıyor.

    Türkiye’de yılda ortalama 13500 hektar ormanlık alan yanarak yok oluyor.

    135’i uluslararası öneme sahip olan 500 sulak alanımızdan RAMSAR Sözleşmesi listesine dahil edilen 12 alanda ciddi oranlarda kuruma ve kirlenme var.

    Tüm dünyada koruma altına alınan alanların ülke yüz ölçümlerine oranını % 12.8. Türkiye`deyse aynı oran sadece % 3.9.
    Sonuç olarak; oluşan kirliliğe ilişkin topyekun bir farkındalık yaratmak, ortak kavram ve sorumlulukları hızlıca içimize yüklemek için adeta kutsal ve tılsımlı bir sözcük olarak müstakil bir rezervasyon yaptığımız ‘’ÇEVRE’’ kelimesi en azından şimdilik bize gerekli ibadet ciddiyetini veriyor görünüyor.

    İleriki kuşakların bugünü incelerken repertuarımıza almış olduğumuzu göreceği bu manidar kelime, ola ki onları bekleyen tüm sorunları her tınladığında hemen çözsün!

    N. Rahmi Aksoy
    TSKB Mühendislik Bölümü Danışmanı

Çocuklar İçin

Keşfet ? Öyküler Kitap Kurdu